Koronavirüs Nedeniyle Alınan Cuma Namazı Kılınmasına Ara Verilmesi Tedbirinin 1982 Anayasası’na Uygunluğu

Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edilen Koronavirüs (COVID-19) hastalığının yayılmasını önlemek amacıyla Türkiye’de bir dizi yasaklar getirilmiştir. Bu çerçevede getirilen yasak ve sınırlamalara bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından alınan kararla Cuma namazının kılınmasına ara verilmesi dikkat çekmektedir. Ancak Cuma namazının kılınmasına ara verilmesi kararının 1982 Anayasası ile mevcut mevzuata uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Koronavirüs salgını kapsamında uygulanacak tedbirleri belirleme yetkisi Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile Sağlık Bakanlığına verilmiştir. Bu amaçla Sağlık Bakanlığı bünyesinde Koronavirüs Bilimsel Danışma Kurulu kurulmuştur. Söz konusu Kurul tarafından camilerde Cuma namazlarının kılınması ya da toplu ibadetlere ilişkin alınmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından uygulanması öngörülmüş tedbirler mevcut değildir. Kendisine yetki tanınmadığı halde Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma namazlarının kılınmasını belirsiz süreliğine tümden yasaklayan tedbiri; Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen yasallık ilkesi kapsamında, “hukuki belirlilik ilkesine” aykırıdır. Ayrıca Bilim Kurulu İslam Dininin zorunlu ibadeti olan ve toplu kılınması da zorunlu olan Cuma namazlarının kılınması için uyulması gereken tedbirleri belirlemeden, Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma namazlarının kılınmasını belirsiz süreliğine yasaklayan tedbiri, gereklilik ilkesi yönüyle de Anayasa’ya aykırılık oluşturmaktadır. Son olarak söz konusu tedbir, alternatifler araştırılmadan bir dinin zorunlu ibadetini belirsiz süreliğine engelleyerek Müslümanlar üzerinde katlanılmaz ve beklenmedik bir etki bıraktığından “orantılılık ilkesine” de aykırılık oluşturmaktadır.

Giriş

Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi (salgın) ilan edilen Koronavirüs hastalığının yayılmasını önlemek amacıyla Türkiye’de bir dizi yasaklar getirilmiştir[1]. Bu yasaklar, Anayasa’da güvence altına alınan seyahat özgürlüğü, çalışma hakkı, eğitim hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı, özel ve aile hayatına saygı hakkı, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, bilgi alma ve verme özgürlüğü gibi birçok özgürlük ve hak bakımından sınırlamalar içermektedir. Uygulanan yasaklar için 10/6/1949 tarih ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile 24/4/1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu dayanak olarak gösterilmektedir[2].

Çalışmada, Diyanet İşleri Başkanlığı kararıyla uygulanan, Cuma namazı kılınmasına ara verilmesi tedbirinin ilgili mevzuata ve Anayasa’ya uygunluğu değerlendirilmektedir. Bu doğrultuda ilk olarak, Koronavirüs kapsamında uygulanan tedbirlerin hangi yasal düzenlemelere dayandığı incelenmektedir. Sonrasında ise Cuma namazı kılınmasına ara verilmesi tedbirinin Anayasa’ya ve temel hak ve hürriyetlere ilişkin Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine uygunluğu üzerinde durulmaktadır.

I. Cuma Namazı Kılınmasına Ara Verilmesi Tedbirinin Yasal Dayanağı

Koronavirüs salgını kapsamında alınacak tedbirleri belirlemek üzere Sağlık Bakanlığı bünyesinde COVID-19 (Yeni Koronavirüs Hastalığı) “Bilimsel Danışma Kurulu” oluşturulmuştur[3]. Koronavirüs hastalığı için alınacak tedbirleri belirleyen Bilimsel Danışma Kurulu, tedbirlerin yerine getirilmesi için konusuna göre Cumhurbaşkanlığı ve ilgili bakanlıklardan taleplerde bulunmaktadır. Bu çerçevede yayınlanan genelgelerle gerekli tedbirlerin alınması valiliklerden istenmektedir[4]. Valilikler bünyesinde, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 23. maddesi kapsamında oluşturulan Umumi Hıfzıssıhha Meclisleri alınacak tedbirleri karara bağlamakta veya 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/C maddesine dayanarak Valiler aldıkları kararlarla tedbirleri uygulamaya koymaktadır[5].

Alınan tedbirler kapsamında, Din İşleri Yüksek Kurulu kararıyla 16 Mart tarihinden itibaren cuma namazlarına ve camilerde cemaatle namaza ara verildiği açıklanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 16.03.2020 tarihinde hazırlanan “Yeni Tip Koronavirüs (COVİD 19) Salgını Sebebiyle Cuma Namazı ile Vakit Namazlarının Cemaatle Kılınmasına Ara Verilmesi” kararı alınmıştır. Bu kararda “hastalığın yayılma tehlikesi ortadan kalkıncaya kadar Cuma namazı başta olmak üzere cami ve mescitlerde cemaatle namaza ara verilmesi gerekli hale gelmiştir” denilerek Cuma namazı kılınması salgın hastalık geçinceye kadar durdurulmuştur. Din İşleri Yüksek Kurulu 18.03.2020 tarihinde bu kararı dini açıdan değerlendirmiş, “Konuyla ilgili olarak ‘Daha büyük zararı önlemek için küçük zarara tahammül edilir’ kaidesi ile ölüm riski taşıyan salgına nispetle cemaatle namaza bir süre ara vermenin uygun olacağı sonucuna varılabilir” demiştir. Hastalık geçinceye kadar Cuma namazı kılınmasına ara verme kararı, insan hakları hukuku bakımından ibadet özgürlüğü kapsamında bir hakkın “kullanılmasının durdurulması” anlamına gelmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasanın 136. maddesine göre kurulmuş, Cumhurbaşkanı’na bağlı bir devlet kuruluşudur. Başkanlık, 22/06/1965 tarih ve 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” kapsamında görevlerini yerine getirmektedir. Bu Kanun’un “Din İşleri Yüksek Kurulu” kenar başlıklı 5. maddesine göre, “Din İşleri Yüksek Kurulu, Başkanlığın dini konularda en yüksek karar ve danışma organı olup on altı üyeden oluşur”. Aynı maddede, “Din İşleri Yüksek Kurulunun görevleri” arasında “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak” sayılmıştır. Kanun’un, “Camilerin ibadete açılması ve yönetimi” kenar başlıklı 35. maddesine göre, “Cami ve mescitler Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile ibadete açılır ve Başkanlıkça yönetilir”. Bu yasal hükümlere göre Diyanet İşleri Başkanlığı, camilerde ibadete ilişkin “yönetim” yetkisine sahiptir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, 633 sayılı Kanun’un 1. maddesinde belirlenmiştir. Bu maddeye göre, “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”. Bu maddede görüldüğü gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı “ibadet yerlerini yönetme” yetkisine sahiptir. İdareye tanınan genel yönetme yetkisi, din ve vicdan özgürlüğüne sınırlama getirme yetkisi içermez. Anayasa’nın 13. maddesine göre temel hak ve hürriyetler ancak kanunla sınırlanabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanununda ibadetlere ve özelde de Cuma namazlarının kılınmasına ara verme kararı alma konusunda bir yetki tanınmamaktadır.

Koronavirüs kapsamında uygulanacak tedbirleri belirleyen genelgelerde, “Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulunun önerileri, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatları doğrultusunda, İl İdaresi Kanununun 11/C maddesi ile Umumi Hıfzısıhha Kanununun 27 nci ve 72 nci maddesi” yasal dayanak olarak gösterilmektedir. Salgın hastalıklarla mücadele konusunda özel kanun, 24/4/1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’dur. Bu Kanun’un 1. maddesinde, milletin sıhhatine zarar veren bütün hastalıklarla mücadele etmek “genel Devlet hizmetidir” denilmektedir. Kanun’un 2. maddesinde, bu kanun kapsamındaki genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma hizmetlerini yerine getirmek bakımından, Sağlık ve Toplumsal Yardımlaşma Bakanlığı (Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti) yetkili merci olarak belirlenmiştir. Bu Kanun’a göre salgın hastalıklar konusunda tedbirleri belirleme yetkisi Sağlık Bakanlığına aittir. Nitekim, Koronavirüs salgını başladığında Sağlık Bakanlığı bünyesinde COVID-19 “Bilimsel Danışma Kurulu” kurulmuş ve bu Kurul salgına ilişkin alınması gereken tedbirleri belirlemeye başlamıştır.

Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen genel tedbirlerin yerel düzeyde uygulanması amacıyla Kanun’un 23. maddesinde, “Her vilayet merkezinde bir umumi hıfzıssıhha meclisi toplanır” denilmektedir. Maddenin devamında, meclis valinin veya valiye vekâleten il sağlık müdürünün başkanlığında toplanır hükmü yer almaktadır. Kazalarda bu meclisler kaymakamın riyaseti altında oluşturulmaktadır. Bu hüküm gereğince oluşturulan “İl ve İlçe Umumi Hıfzıssıhha Meclisleri”, yerel düzeyde uygulanacak tedbirleri karara bağlamakla görevlidir. Umumi Hıfzıssıhha Meclislerinin görevi Kanun’un 27. maddesinde şöyle belirlenmiştir: “Umumi hıfzıssıhha meclisleri mahallin sıhhi ahvalini daima nazarı dikkat önünde bulundurarak şehir ve kasaba ve köyler sıhhi vaziyetinin ıslahına ve mevcut mahzurların izalesine yarayan tedbirleri alırlar. Sari ve salgın hastalıklar hakkında istihbaratı tanzim, sari ve içtimai hastalıklardan korunmak çareleri ve sıhhi hayatın faideleri hakkında halkı tenvir ve bir sari hastalık zuhurunda hastalığın izalesi için alınan tedbirlerin ifasına muavenet eylerler”. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen genel tedbirleri yerel düzeyde uygulama ve denetleme görevi Umumi Hıfzıssıhha Meclislerine verilmiştir.

Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun, “Memleket dahilinde sari ve salgın hastalıklarla mücadele” kenar başlıklı II. Bölümünde, 57 ile 96. maddeler arasında, salgın hastalıkla mücadele konusunda alınacak tedbirlere dair ayrıntılı düzenlemelere yer verilmektedir. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 57. maddesinde bulaşıcı ve salgın hastalıklar sayılmıştır. Kanun’un 64. maddesinde ise 57 maddede sayılmayan bulaşıcı hastalıklar hakkında şu düzenlemeye yer verilmiştir: “57 nci maddede zikredilenlerden başka her hangi bir hastalık istilai şekil aldığı veya böyle bir tehlike baş gösterdiği takdirde o hastalığın veya her hangi bir hastalık şeklinin memleketin her tarafında veya bir kısmında ihbarı mecburi olduğunu neşrü ilâna ve o hastalığa karşı bu kanunda mezkür tedabirin kaffesini veya bir kısmını tatbika Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti salahiyettardır”. Bu düzenlemede Kanunda sayılmayan yeni bir salgın hastalık durumunda, “hastalığa karşı bu kanunda mezkür tedabirin kaffesini veya bir kısmını tatbika Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti salahiyettardır” denilmektedir. Dolayısıyla, Koronavirüs gibi yeni bir salgın hastalık durumunda bu Kanun’da öngörülen tüm tedbirleri almakla yetkili ve görevli makam Sağlık Bakanlığıdır.

Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 72. maddesinde bulaşıcı ve salgın hastalıkların varlığı durumunda alınacak tedbirler sayılmıştır:

“1 – Hasta olanların veya hasta olduğundan şüphe edilenlerin ve hastalığı neşrü tamim eylediği tetkikatı fenniye ile tebeyyün edenlerin fennen icap eden müddet zarfında ve sıhhat memurlarınca hanelerinde veya sıhhi ve fenni şartları haiz mahallerde tecrit ve müşahede altına vaz’ı.

2 – Hastalara veya hastalığa maruz bulunanlara serum veya aşı tatbikı.

3 – Eşhas, eşya, elbise, çamaşır ve binaların ve fennen intana maruz olduğu tebeyyün eden sair bilcümle mevaddın fenni tathiri.

4 – Hastalık neşreden haşarat ve hayvanatın itlafı.

5 – Memleket dahilinde seyahat eden eşhasın icap eden mahallerde muayenesi ve eşyalarının tathiri.

6 – Hastalığın sirayet ve intişarına sebebiyet veren gıda maddelerinin sarf ve istihlakinin men’i.

7 – Dahilinde sari ve salgın hastalıklardan biri zuhur eden umumi mahallerin tehlike zail oluncaya kadar set ve tahliyesi”.

Bu düzenleme gereğince Sağlık Bakanlığı; bulaşıcı hastalığa yakalananların veya hastalık şüphesi olanların ya da hastalığı yayma ihtimali olanların evlerinde veya başka mahalde tecrit ve müşahede altına alınması; serum ve aşı uygulanması; hastalığın olabileceği yerlerin temizlenmesi; hastalık bulaşan haşarat ve hayvanların itlafı; yurtiçinde seyahat edenlerin uygun yerlerde kontrole tâbi tutulması; hastalığa yol açan gıdaların sevkinin yasaklanması; hastalık görülen mahallere girişin engellenmesi veya tahliye edilmesi tedbirlerine karar verebilecektir.

Kanun’un 77. maddesinde daha açık bir şekilde, “Sari ve salgın hastalıklardan birinin hüküm sürdüğü veya tehdit ettiği mahallerde Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin tasvibiyle bütün umumi mahallerde vuku bulacak içtimalar tahdit veya menolunabilir denilmektedir. Bu hüküm, Sağlık Bakanlığının onayıyla, bütün umumi yerlerde gerçekleşen toplantıların sınırlanabilmesine yasal zemin oluşturmaktadır. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 282. maddesinde, “Bu Kanunda yazılı olan yasaklara aykırı hareket edenler veya zorunluluklara uymayanlara, fiilleri ayrıca suç oluşturmadığı takdirde, ikiyüzelli Türk Lirasından bin Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir” denilmektedir. Dolayısıyla, “salgın hastalık durumunda “bütün umumi mahallerde vuku bulacak içtimaları tahdit ve men etme yetkisi” Sağlık Bakanlığına aittir.

Uygulanan tedbirlere ilişkin ikinci yasal dayanak, 10/06/1949 tarih ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’dur. Bu Kanun’un 11/C maddesine göre, “Vali, kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu ya da bozulacağına ilişkin ciddi belirtilerin bulunduğu hâllerde on beş günü geçmemek üzere ildeki belirli yerlere girişi ve çıkışı kamu düzeni ya da kamu güvenliğini bozabileceği şüphesi bulunan kişiler için sınırlayabilir; belli yerlerde veya saatlerde kişilerin dolaşmalarını, toplanmalarını, araçların seyirlerini düzenleyebilir veya kısıtlayabilir ve ruhsatlı da olsa her çeşit silah ve merminin taşınması ve naklini yasaklayabilir”.

Dolayısıyla, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda öngörülen tedbirler dışında, İl İdaresi Kanunu’nun 11/C maddesi valilere, “kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu ya da bozulacağına ilişkin ciddi belirtilerin bulunduğu hâllerde,… belli yerlerde veya saatlerde kişilerin dolaşmalarını, toplanmalarını… yasaklayabilme” yetkisi vermektedir.Ancak, bu yetki valilere tanınmış genel bir yetki niteliğindedir. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu salgın hastalıklar konusunda alınacak tedbirleri belirleme yetkisini özel olarak Sağlık Bakanlığına vermiştir.İl İdaresi Kanunu yanında konuyu düzenleyen özel bir kanun bulunduğundan, salgın hastalıklara ilişkin alınacak tedbirleri belirleme konusunda Umumi Hıfzıssıhha Kanunu öncelikle uygulanmalıdır.

II. Cuma Namazının Kılınmasının Durdurulmasına İlişkin Tedbirin Anayasaya Uygunluğu

Cuma namazı kılma, din özgürlüğünün dışa dönük yönü (forum externum) olan ibadet özgülüğünün bir paçasıdır. Kamusal alanda toplu ibadet etmenin din ve vicdan özgürlüğünün bir parçası olduğu başta Anayasa olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu konuyla ilgili uluslararası insan hakları sözleşmelerinde de yer almaktadır. 1982 Anayasası’nın “Din ve vicdan hürriyeti” kenar başlıklı 24. maddesine göre, Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir”. Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin “Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü” kenar başlıklı 18. maddesinin 1. fıkrasına göre, “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kendi tercihiyle bir dini kabul etme veya bir inanca sahip olma özgürlüğü ile, tek başına veya başkalarıyla birlikte toplu bir biçimde, aleni veya özel olarak, dinini veya inancını ibadet, uygulama, öğretim şeklinde açığa vurma özgürlüğünü de içerir. 2. Hiç kimse, kendi tercihi olan bir dini kabul etme veya inanca sahip olma özgürlüğünü zayıflatacak bir zorlamaya tabi tutulamaz. 3. Bir kimsenin dinini veya inancını açığa vurma özgürlüğü ancak kamu güvenliği, kamu düzeni, sağlık veya ahlak veya başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla, hukuken öngörülen ve demokratik bir toplumda gerekli olan sınırlamalara tabi tutulabilir”. Benzer hüküm Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer almaktadır. Sözleşme’nin “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü” kenar başlıklı 9. maddesine göre, “1. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. 2. Din veya inancını açıklama özgürlüğü, sadece yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlık veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli sınırlamalara tabi tutulabilir”.

Kamuya açık alanlarda toplu ve aleni olarak kılınan Cuma namazları, din özgürlüğünün ibadet boyutu içinde kalmaktadır. İbadet özgürlüğü sınırsız değildir. Bu nedenle insan hakları sözleşmelerinde bu özgürlüklere ilişkin sınırlama koşulları belirlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinin 2. fıkrasında ifade edildiği gibi, dini açıklama özgürlüğü, “sadece yasayla öngörülen ve demokratik toplumda kamu güvenliği ve genel sağlık … için gerekli sınırlamalara tabi tutulabilir”.

Koronavirüs pandemisi kapsamında 16 Mart 2020 tarihinden itibaren Diyanet İşleri Başkanlığının aldığı bir karar üzerine Cuma Namazı kılınmasına ara verilmiştir. Bu uygulamanın Anayasa’ya ve insan hakları hukukuna uygunluğu değerlendirilirken öncelikle, temel hak ve hürriyetlerin “kullanılmasını durduran” tedbirlerin olağanüstü hâl ilan edilmeden mümkün olup olmadığı üzerinde durulmalıdır. İkinci olarak bu tedbirlerin Anayasa ve insan hakları sözleşmelerinde öngörülen sınırlama güvencelerine uygun olup olmadığı incelenmelidir.

A) Olağanüstü Hâl İlan Edilmeden Cuma Namazının Kılınmasının Durdurulması Tedbirine Başvurulabilir mi?

Olağanüstü hâl yönetimi, olağan hukuk düzeniyle baş edilemeyecek bir “zaruret halinin” ortaya çıkması durumunda, geçici ve istisnai tedbirlerin devreye girdiği yönetim biçimidir[6]. Koronavirüs salgını bir pandemi olarak olağanüstü hâl ilanı sebebidir. Anayasa’nın 119. maddesinin 1. fıkrasına göre, “Cumhurbaşkanı… tehlikeli salgın hastalık… ortaya çıkması hallerinde yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir. Maddede “edebilir” denildiği için Cumhurbaşkanı tehlikeli salgın hastalık durumunda olağanüstü hâl ilan edip etmeme konusunda “takdir yetkisine” sahiptir. Olağanüstü hâlin ilan edilmemesi, özgürlükler bakımından daha güvenceli bir sınırlama rejiminin tercih edilmesi anlamına gelir.

1982 Anayasası’nın 15. maddesinin kenar başlığı, “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” şeklindedir. Maddenin 1. fıkrasına göre, “Savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir”. Maddede sınırlama değil, “durdurma” ve “Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alma” kavramlarına yer verilmiştir. Olağanüstü hâllerde temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulabilmesine dair bu düzenlemeden yola çıkılarak, olağan dönemlerde temel hakların kullanılmasının durdurulamayacağı şeklinde bir sonuca varılabilir mi?

Anayasa Mahkemesi, 1993 tarihli bir kararında, sınırlama ve durdurma kavramlarının farklı anlama geldiğini söyleyerek, olağan dönemlerde temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasını durduran tedbirlere başvurulamayacağına hükmetmiştir:

Sınırlama, belirli bir temel hak ve özgürlüğün Anayasa’da öngörülen ya da belirlenen alanı içinde kişiye sağlanan olanakların Yasa koyucu tarafından daraltılmasıdır. Başka bir anlatımla, sınırlamada, belirli bir temel hak ve özgürlüğün kullanım olanakları sınırlamadan sonra da devam eder. Buna karşılık, temel hak ve hürriyetlerin durdurulması, bunlardan belirli bir süre içinde yararlanılma veya kullanılmalarının olanaksızlığını anlatır. Bu nedenle, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasını durdurma, onları sınırlamanın ötesinde ve onu aşan bir kavramdır. Temel hak ve özgürlüğü ortadan kaldırmaksızın veya kullanılmaz duruma getirmeksizin bunlardan yararlanılmasının ertelenmesi durdurmadır. Adından da anlaşılacağı gibi, durdurma sürelidir. Diğer yönden yaşam hakkı, kişi ve konut dokunulmazlığı, işkence ve eziyet yasağı, sansür yasağı, gibi kimi hak ve hürriyetlerin durdurulmaları bunların nitelikleri gereği olanaksızdır. Toplantı ve gösteri yürüyüşü, seyahat özgürlüğü, grev gibi belli tekrarlar biçiminde kullanılabilen kimi hak ve hürriyetler durdurulabilir[7].

Mahkeme bu görüşe dayanarak, 13 Mayıs 1952 tarih ve 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştırılanlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanunun 20 ve 28. maddelerini iptal etmiştir. Bu Kanun’un 20. maddesinde, günlük gazetelerin Kurban Bayramı’nın ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde yayımlanması yasaklanmakta; 28. maddesinde bu yasağı ihlal edenlere ceza öngörülmektedir. Mahkeme gazetelerin yayımının belli günlerde yasaklanmasını bir sınırlama değil, temel hak ve hürriyetlerin durdurulması olarak yorumlamıştır. Mahkemeye göre, “Anayasa’da sayılan olağanüstü durumlar dışında, başka bir anlatımla olağan dönemlerde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması durdurulamaz. Olağan dönemlerde temel hak ve hürriyetler yalnızca sınırlanabilir. Mahkeme’nin bu yorumuna katılmak mümkün değildir. Bir özgürlüğün kullanımının belli sürelerle durdurulması, bir tür sınırlamadır. Örneğin bir kişinin 48 saat gözaltında tutulması, bu süre içinde başta seyahat özgürlüğü olmak üzere birçok özgürlüğün kullanılmasının durdurulmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla olağan dönemlerde de temel hak ve hürriyetlerin belli sürelerle kullanımı durdurularak sınırlama yapılabilir.

Temel hak ve hürriyetlerin kullanımının “geçici olarak durdurulmasına” yönelik tedbirler bir tür sınırlamadır. Bir hakkın süresiz olarak kullanılmasının durdurulması, hakkın özüne dokunan bir sınırlama anlamına gelir. Bir hakkın, belli bir süre kullanılmasının durdurulması olağanüstü hâllerde olabileceği gibi olağan dönemlerde de olabilir. Olağan dönemlerde salgın hastalık veya güvenlik nedeniyle sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi, seyahat özgürlüğünün kullanımının belli süreliğine durdurulması bir tür sınırlamadır. Dolayısıyla, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu kapsamında uygulanan cebri tecrit, sokağa çıkma yasakları, karantina uygulaması ve Cuma namazlarının kılınmasının durdurulması yasağı bazı özgürlüklerin kullanılmasını durdursa da bunlar da niteliği gereği bir özgürlük sınırlamasıdır ve olağan dönemlerde bu tür sınırlamalar yapılabilir. Bu nedenle Cuma namazı kılınmasına ara verilmesi nitelik olarak bir hakkın kullanımını durdurmak anlamına gelse de durdurma da bir tür sınırlama olduğundan olağan dönemlerde de bu tür tedbirlere başvurulabilir. Bu tür bir tedbire başvurulması için olağanüstü hâl ilan edilmesi gerektiği savunulamaz.

B) Cuma Namazı Kılınmasına Ara Verme Tedbirinin Anayasa’nın 13. Maddesine Uygunluğu

Olağanüstü hâl ilan edilmediğinden, olağan dönemlerde temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesindeki güvencelere uyulması gerekmektedir. 1982 Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” denilmektedir. İnsan hakları hukukunda hak ihlalleri incelenirken, öncelikle müdahalenin kanuniliği değerlendirilir. Müdahalenin kanuni dayanağı varsa, daha sonra meşru bir amacı bulunup bulunmadığı, son olarak ölçülü olup olmadığı incelenir. Dolayısıyla Cuma namazı kılınmasına ilişkin sınırlamanın; kanunilik, sebebe bağlılık ve ölçülülük ilkelerine uygunluğunun incelenmesi gerekmektedir.

(1) Kanunilik İlkesi Bakımından

1982 Anayasası’nın 13. maddesine göre, “Temel hak ve hürriyetler, … ancak kanunla sınırlanabilir”. Kanunla sınırlama ölçütü, açık bir kanun hükmü olmaksızın yürütme ve idarenin bir hak ve hürriyeti sınırlayamayacağı anlamına gelmektedir. Anayasa Mahkemesine göre, “temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının ancak kanunla yapılacağına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi, bir kanun hükmü olmaksızın yürütme ve idarenin bir hak ve hürriyeti ilk elden düzenleyici işlemle sınırlamasına izin vermez [8]. Koronavirüs pandemisi kapsamında idarenin uyguladığı tedbirlerin yasal dayanağının Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve İl İdaresi Kanunu olduğu görülmektedir. Ancak yetkiye kaynaklık eden bir kanunun şeklen varlığı gerekli, ama yeterli değildir. Anayasa Mahkemesi temel hakları sınırlayan şekli kanunda, şu maddi özelliklerin bulunmasını aramaktadır:

Anayasa’nın 20. maddesi kapsamında yapılan bir müdahalenin yasallık şartını sağladığının kabulü için de müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunması zorunludur. Bununla birlikte temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına ilişkin kanunların şeklen var olması yeterli değildir. Yasallık ölçütü aynı zamanda maddi bir içeriği de gerektirmekte olup bu noktada kanunun niteliği önem kazanmaktadır. Yasayla sınırlama ölçütü, sınırlamanın erişilebilirliğini, öngörülebilirliğini ve kesinliğini ifade etmekte, böylece uygulayıcının keyfi davranışlarının önüne geçtiği gibi kişinin hukuku bilmesine de yardımcı olmakta ve bu yönüyle hukuk güvenliği güvencesi sağlamaktadır[9].

Anayasa Mahkemesi, hürriyetleri sınırlayan kanunlarda kullanılan deyimlerin “açık ve kesin” olması; uygulayıcıların sübjektif değerlendirmelerine ve keyfi davranışlarına yol açabilecek nitelikte genel, soyut kavramlara yer vermemesi gerektiğini belirtmektedir[10].

Kanunla sınırlama ölçütü sınırlamaların “ilk elden” kanunla yapılmasını zorunlu kılarken, “ikincil nitelikteki düzenlemelerin” idarenin düzenleyici işlemleri ile yapılmasına engel değildir[11]. Kanunla ilk elden düzenleme şartının yerine gelmesi için hangi hususlara yer verileceği, hangi hususların düzenleyici işlemlere bırakılacağı konusunda açık bir formül bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesine göre,

Yasama organı herhangi bir sahayı Anayasaya uygun olması şartıyla düzenleyebilir. Bu düzenlemede bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak teferruata ait hükümleri de tespit etmek yetkisini haiz ise de, zamanın gereklerine göre sık sık tedbirler alınmasına veya alınan tedbirlerin kaldırılmasına ve yerine göre tekrar konulmasına lüzum görülen hallerde, yasama organının yapısı bakımından ağır işlemesi ve günlük olayları izleyerek zamanında tedbirler alınmasının güçlüğü karşısında esaslı hükümleri tespit ettikten sonra ihtisasa ve idare tekniğine taalluk eden hususların düzenlenmesi için Hükümeti görevlendirmesi de yasama yetkisini kullanmaktan başka bir şey değildir[12].

Anayasa Mahkemesi, yasaklara dair kanuni düzenlemelerde genel çerçeve çizildikten sonra ikincil nitelikteki düzenlemelerin idareye bırakılabileceğini kabul etmektedir. Mahkemeye göre, “zamanın gereklerine göre sık sık tedbirler alınmasına veya alınan tedbirlerin kaldırılmasına ve yerine göre tekrar konulmasına lüzum görülen hallerde, esaslı hükümleri tespit ettikten sonra ihtisasa ve idare tekniğine taalluk eden hususların düzenlenmesi için Hükümetin görevlendirilmesi” mümkündür.

Türkiye’de Koronavirüs pandemisi kapsamında uygulanan tedbirlerin yasal dayanağının Umumi Hıfzıssıhha Kanunu olduğu söylenebilir. Alınacak tedbirlere ilişkin genel esaslar, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun başta 72. maddesi olmak üzere çeşitli maddelerinde gösterilmektedir. Bu maddenin 7. fıkrasında, “Dahilinde sari ve salgın hastalıklardan biri zuhur eden umumi mahallerin tehlike zail oluncaya kadar set ve tahliyesi” öngörülmektedir. Konuyla doğrudan ilgili hüküm ise Kanun’un 77. maddesidir. Bu maddeye göre, “Sari ve salgın hastalıklardan birinin hüküm sürdüğü veya tehdit ettiği mahallerde Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin tasvibiyle bütün umumi mahallerde vuku bulacak içtimalar tahdit veya menolunabilir”. Bu düzenlemeye göre, Sağlık Bakanlığı salgın hastalık kapsamında Camilerde Cuma namazlarının kılınmasına ilişkin tedbirleri belirleme yetkisine sahiptir.

Sağlık Bakanlığı bünyesinde kurulan Koronavirüs Bilimsel Danışma Kurulu, “COVID-19’a Yönelik Kamu, Kurum ve Kuruluşların Alacağı Önlemler” başlığı altında uygulanacak tedbirleri belirlemiştir[13]. Ancak Camilerde Cuma namazlarının kılınması ya da toplu ibadetlere ilişkin Bilim Kurulu tarafından alınmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından uygulanması öngörülen tedbirler söz konusu değildir. Kanun’un 77. maddesinde, salgın hastalıklar kapsamında alınacak tedbirleri belirleme yetkisi Sağlık Bakanlığına verilmiştir. Sağlık Bakanlığı bu konuda uygulanacak tedbirleri belirlemeden Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma namazlarının kılınmasını hastalık geçinceye kadar genel olarak yasaklaması kanunilik ilkesinin bir unsuru olan “hukuki belirlilik ilkesine” aykırıdır. Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Koronavirüs Bilimsel Danışma Kurulunun diğer alanlarda yaptığı gibi toplu ibadetlere ilişkin alınacak tedbirleri belirlemesi gerekmektedir.

(2) Sınırlamanın Meşru Amacı Bakımından

Anayasa’nın 13. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, … yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak … sınırlanabilir” denmektedir[14]. Anayasa Mahkemesine göre bir hakkın “düzenlendiği maddede dava konusu kural yönünden özel sınırlama sebeplerine yer verilmediğinin kabulü hâlinde dahi bu hakkın Anayasa’da güvence altına alınan diğer temel hak ve özgürlüklerin korunması veya Anayasa’nın diğer maddelerinde devlete bir görev olarak yüklenen millî güvenliğin, kamu düzeninin ve kamu güvenliğinin korunması gibi nedenlerle sınırlandırılması mümkündür”[15].  Anayasa’nın “Devletin temel amaç ve görevleri” kenar başlıklı 5. maddesine göre, “Devletin temel amaç ve görevleri, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak;… insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır”. Dolayısıyla salgın hastalıklar karşısında gerekli tedbirleri almak devletin görev ve yetkileri arasındadır.

Anayasa’nın 24. maddesinde genel sağlık bir sınırlama sebebi olarak düzenlenmemiş olsa da Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Sözleşmelerinde genel sağlık nedeniyle ibadet özgürlüğünün sınırlanabileceği kabul edilmektedir. Anayasa’da ilgili maddede sınırlama sebebi açıkça gösterilmemiş ya da gösterilmiş olsa bile, bu sebepler dışında, hakkın doğasına uygun ve Anayasa’nın diğer kurallarında yer alan sınırlama sebeplerine dayanılarak sınırlama yapılabilir. Dolayısıyla, koronaviris bir pandemi olarak genel sağlık sorunu oluşturduğundan, bu kapsamda Cuma namazı kılınmasına dair tedbirleri belirlemek Devletin hem görevi hem de yetkisi içindedir. Bu nedenle Cuma namazı kılınmasına yönelik tedbirin meşru amacını genel sağlığın korunması oluşturduğundan, sınırlama sebebi yönünden Anayasa’ya aykırılık söz konusu değildir.

(3) Ölçülülük İlkesi Bakımından

Anayasa’nın 13. maddesinde, sınırlamaların kanunla yapılması ve meşru bir amacı olması koşulları sağlandıktan sonra, sınırlamaların hakkın özüne dokunmaması, ölçülü olması ve demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olması şeklinde üç ölçü getirilmiştir. Ancak, ölçülülük ilkesi ile demokratik toplum düzeninin gerekleri ölçütü birbirinden farklı ölçütler değildir. Hukukun genel ilkesi olan ölçülülük ilkesinin insan hakları alanındaki görünümünün demokratik toplum düzeninin gerekleri ölçütü olduğu söylenebilir. Öz ilkesi de yine ölçülülük ilkesinin alt unsuru olan orantılılık ilkesinin aşılması anlamına gelmektedir.

Anayasa Mahkemesi kararlarında 13. maddede belirlenen ölçütlerden, yasallık ve meşru amaç ilkelerini bağımsız bir ölçü norm olarak kullanırken; demokratik toplum düzeninin gerekleri, ölçülülük ve öz ilkeleri yönünden ayrı ayrı inceleme yapmamaktadır. Mahkemeye göre “Bir başka deyişle öze dokunan sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkelerine evleviyetle aykırı olacağından temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunan sınırlamalar yönünden demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri bakımından ayrıca inceleme yapılmasına gerek bulunmamaktadır[16].

Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen ölçülülük ilkesi, Anayasa Mahkemesi kararlarında istikrar kazanmış bir ilkedir. Anayasa Mahkemesine göre, “Ölçülülük, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanma amaçları ile sınırlama araçları arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir[17]. “Ölçülülük ilkesi, yasal önlemin öngörülen amaç için gerekli ve amaca ulaşmaya elverişli olmasını, ayrıca amaç ve araç arasında makul bir dengenin bulunması gereğini ifade eder[18].

Elverişlilik ilkesinde, temel hak ve özgürlüğü sınırlamak için kullanılan araç (getirilen yasal önlem), sınırlama amacını gerçekleştirmek bakımından elverişli olmalıdır. Bir yasal önlemin sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olup olmadığını denetlerken, yasal önlemin sınırlama amacına bir katkıda bulunup bulunmadığı araştırılmaktadır. Cuma namazı kılınmasına dair yasaklamanın, koronavirüs salgın hastalığının yayılmasını önlemeye yönelik, elverişli bir araç olduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu tedbirin salgın hastalığın yayılmasını önlemeye ilişkin bir katkısının olmadığı söylenemez. Bu nedenle sınırlamanın elverişliliği açısından Anayasa’ya aykırılıktan söz edilemez.

Gereklilik ilkesinde, sınırlamada başvurulan araç, sınırlama amacına ulaşmak bakımından gerekli olmalıdır. Sınırlama amacını gerçekleştirmek için aynı derecede etkili birden çok araç söz konusuysa, bu araçlar arasında temel hak ve özgürlüğü “en az sınırlayıcı olan” seçilmelidir. Koronavirüs kapsamında uygulanacak tedbirleri belirleme yetkisi, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nın 77. maddesine göre Sağlık Bakanlığına verilmiş, Bakanlık bu kapsamda kendi bünyesinde oluşturduğu Bilim Kurulu aracılığı ile alınacak tedbirleri kademeli olarak belirlemiştir. Ancak, toplu ibadetlerde uyulması gereken tedbirlere ilişkin Bilim Kurulunun bir kararı bulunmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığının ibadet özgürlüğünün temel unsuru olan Cuma namazı kılınmasına ilişkin belirlediği tek tedbir, bu namazın tümden yasaklanması şeklindedir. Oysa ibadet özgürlüğünün kullanılmasını durdurmak şeklindeki en ağır tedbirden önce alternatif tedbirlerin araştırılması gerekmektedir. Diyanet İşleri Bakanlığının salgın hastalık durumunda uyulması gereken tedbirlere karar verme yetkisi ve yetkinliği bulunmamaktadır.

Bir dinin zorunlu ibadetinin yasaklanması yönünde alınacak tedbir “mutlak anlamda gerekli” ve “en son çare” olarak uygulanması gereken tedbir olmalıdır. Aynı amaca götürecek birden fazla aracın bulunması halinde bu araçlardan özgürlüğü en az sınırlayanın tercih edilmesi, gereklilik ilkesinin bir sonucudur. Seyahatten ticarete, iş hayatından kamu hizmetlerine kademeli olarak alınması gereken tedbirler Bilim Kurulu tarından belirlenmiştir. Bilim Kurulunun, İslam Dininin zorunlu ibadeti olan ve toplu kılınması da zorunlu olan Cuma namazlarının kılınması için uyulması gereken tedbirleri belirlemeden Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma namazlarının kılınmasını belirsiz süreliğine yasaklayan tedbiri, gereklilik ilkesi yönüyle Anayasa’ya aykırılık oluşturmaktadır.

Orantılılık ilkesi uyarınca, sınırlama amacı ile sınırlama aracı birbirine karşı ölçüsüz bir oranda olmamalıdır. Bu ilke, belirli bir yasal önlemin, yöneldiği kişiye “ölçüsüz bir yükümlülük” getirmemesi, onun için “katlanamaz ve beklenmedik nitelikte olmaması” şeklinde tanımlanmaktadır[19]. Cuma namazlarının İslam inancında zorunlu bir ibadet olduğu ve bireysel olarak kılınamayacağı Din İşleri Yüksek Kurulu kararlarında da açıkça ifade edilmektedir. Cuma namazlarının kılınmaması şeklinde bir tedbirin Müslümanlar üzerinde büyük bir olumsuz etki bıraktığı, kamuoyunda bu yasağa gösterilen tepkilerden de anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklandığı gibi Diyanet İşleri Başkanlığının salgın hastalık karşısında alınacak tedbirleri belirleme yönünde yetkisi olmadığı gibi bu özgürlüğü en az sınırlayacak tedbirleri belirleme yetkinliği de bulunmamaktadır. Tedbirin alternatifsizliği ortaya konulmadan bir dinin zorunlu ibadetinin yapılmasının belirsiz süreliğine yasaklanması, bu din mensupları bakımından katlanamaz ve beklenmedik bir yük getirdiğinden yasaklamanın orantılılık ilkesine de aykırı olduğu söylenebilir.

Sonuç

Koronavirüs salgını kapsamında uygulanacak tedbirleri belirleme yetkisinin Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile Sağlık Bakanlığına verildiği, bu tedbirleri belirlemek üzere Sağlık Bakanlığı bünyesinde Bilim Kurulu oluşturulduğu, Kurulun kamu kurumlarının kendi alanlarında uygulayacağı tedbirleri belirlediği görülmektedir. Cuma namazı ve toplu ibadetlere ilişkin Bilim Kurulu tarafından belirlenmiş tedbirler olmadığı halde, Diyanet İşleri Başkanlığının yetkisiz bir şekilde Cuma namazlarının kılınmasını belirsiz süreliğine tümden yasaklayan tedbiri; Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen yasallık ilkesi kapsamında “hukuki belirlilik ilkesine”, tedbirin en son çare olduğunu ortaya koyan Bilim Kurulu kararı olmaksızın uygulandığından “gereklilik ilkesine”, alternatifler araştırılmadan bir dinin zorunlu ibadetini belirsiz süreliğine engelleyerek Müslümanlar üzerinde katlanılmaz ve beklenmedik bir etki bıraktığından “orantılılık ilkesine” aykırılık oluşturmaktadır.

Kaynakça

AYM, B. No: 2013/1789, 11/11/2015.

AYM, B. No: 2017/24776, 24/05/2018.

AYM, E. 1963/4, K. 1963/71, 18/10/1963.

AYM, E. 1973/38, K. 1975/23, 03/12/1975.

AYM, E. 1973/41, K. 1974/13, 14/09/1974.

AYM, E. 1976/27, K. 1976/51, 16/05/1977.

AYM, E. 1992/36, K.1993/4, 20/01/1993.

AYM, E. 2014/101, K. 2017/142, 28/09/2017.

AYM, E. 2018/69, K. 2018/47, 31/05/2018.

AYM, E. 2018/73, K.2019/65, 24/07/2019.

Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku (Beta 2018).

Fazıl Sağlam, Temel Hakların Sınırlanması ve Özü (AÜSBF Yayınları 1982).

https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/, (Erişim: 10.04.2020).

https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/alinan-karalar.html, (Erişim:10.04.2020).

https://www.icisleri.gov.tr/2-gun-sokaga-cikma-yasagi, (Erişim: 11.04.2020).

https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/diger-kamu-kurumlari, (Erişim: 27.04.2020).

http://www.istanbul.gov.tr/istanbulda-koronavirusle-mucadele-kapsaminda-alinan-kararlar, (Erişim: 10.04.2020).

https://www.who.int/emergencies/diseases/novel-coronavirus-2019, (Erişim: 10.04.2020).

Kemal Gözler, İnsan Hakları Hukuku (Ekin 2017).

Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı (Gerçek 1986).

Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri (İÜHF Yayınları 1981).

Selin Esen, Karşılaştırmalı Hukukta ve Türkiye’de Olağanüstü Hal Rejimi (Adalet 2008).

Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi (İÜHF Yayınları 1981).

Ülkü Azrak, “İdari Yargıda Anayasaya Uygunluk Sorunu”, Anayasa Yargısı (1993).


* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı, E-mail: abdurrahman.eren@istanbul.edu.tr.

[1] Bkz. https://www.who.int/emergencies/diseases/novel-coronavirus-2019, (Erişim: 10.04.2020).

[2] İki günlük sokağa çıkma yasağına ilişkin İç İşleri Bakanlığı genelgesi için bkz. https://www.icisleri.gov.tr/2-gun-sokaga-cikma-yasagi, (Erişim: 11.04.2020).

[3] Bkz. https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/, (Erişim: 10.04.2020).

[4] Bakanlardan alınması istenen tedbirler için bkz. https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/alinan-karalar.html, (Erişim: 10.04.2020).

[5] İstanbul Valiliği kapsamında alınan kararlar için bkz. http://www.istanbul.gov.tr/istanbulda-koronavirusle-mucadele-kapsaminda-alinan-kararlar, (Erişim: 10.04.2020).

[6] Olağanüstü hâl kavramı için bkz. Esen, S. (2008). s. 5-6.

[7] AYM, E.1992/36, K.1993/4, 20/01/1993.

[8] Maddi yasa anlayışına göre yasanın genellik ve hukuk kaidesi olma yönüyle iki özelliği vardır. Yasanın genelliğinden anlaşılan, yasanın bir kişiye değil, uygulanabilecek bütün kişilere hitap etmesidir. Ayrıca yasanın zaman açısından genelliği onun birden çok uygulamaya elverişli olarak sürekliliğini ifade etmektedir. Yasanın hukuk kaidesi olması, onun hukuk düzeninde kişilere birtakım haklar ve yükümlülükler getiren işlem olmasını anlatmaktadır. Bkz. Teziç, E. (2018). s. 10.

[9] AYM, B. No: 2017/24776, 24/05/2018, § 57; AYM, B. No: 2013/1789, 11/11/2015, § 62.

[10] Kararlar için bkz. AYM, E. 1973/41, K. 1974/13, 14/09/1974; AYM, E. 1973/38, K. 1975/23, 03/12/1975; AYM, E. 1976/27, K. 1976/51, 16/05/1977.

[11] Azrak, Ü. (1993). s. 325; Kapani, M. (1981). s. 232; Soysal, M. (1986). s. 128; Tanilli, S. (1981). s. 184.

[12] AYM, E. 1963/4, K. 1963/71, 18/10/1963.

[13] Bkz. https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/diger-kamu-kurumlari, (Erişim: 27.04.2020).

[14] Aksi yönde Gözler şöyle demektedir: “Sınırlama sebebi var ise kanun koyucu hak ve hürriyeti sınırlamayabilir; ama sınırlama sebebi yok iken kanun koyucunun o hak ve hürriyeti sınırlaması hukuka aykırı olur”. Bkz. Gözler, K. (2017). s. 349.

[15] AYM, E. 2018/73, K. 2019/65, 24/07/2019, § 91.

[16] AYM, E. 2018/69, K. 2018/47, 31/05/2018.

[17] AYM, E. 2018/69, K.2018/47, 31/05/2018.

[18] AYM, E. 2014/101, K. 2017/142, 28/09/2017.

[19] Alman Anayasa Mahkemesi’nin bu ilkenin kullanımı hakkında verdiği kararlar için bkz. Sağlam, F. (1982). s. 116.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın