Yeni Anayasa Yapımında Güçlü Ve Zayıf Yönler
Anayasa yapımının, “süreç” ve “içerik” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Yapım sürecine kimlerin katılacağı, hangi yöntemin izleneceği ve nihai karar vericilerin kimler olduğu önemlidir. Anayasa yapımı, “partiler-arası uzlaşma” yolu ile parlamento çatısı altında ve siyasi partilerin katılımı ile gerçekleştirilebilir. Ancak bu “siyasi uzlaşma” arayışı “toplumsal müzakereye” dayanmazsa, “demokratik katılım”dan söz edilemez. Demokratik katılım, ayrı bir “kurucu meclis” oluşturma ya da “olağan meclis” ile açık diyalog yoluyla sağlanabilir. Sivil toplumun katımlıyla hazırlanan metin, yasama meclisi tarafından kabul edilebilir ve nihai olarak halkın onayına sunulabilir. Bu yöntem demokrasi ve egemenlik teorilerine uygun bir pratiktir. Böylece halk, yapım sürecine ve karar aşamasına katılarak “asli kuruculuk” yetkisini hem temsilcileri aracılığı ile hem de doğrudan kendisi kullanmış olur.
Anayasanın içeriğinin oluşturulmasında, biçimsel özellikler, uzlaşılan ve ayrışan yönler, anayasanın konusu ve beslenilen kaynaklar temel unsurlardır. Ayrıntılara giren kazuistik anayasa yerine, genel ilkeleri belirleyen çerçeve bir anayasa, hem üzerinde uzlaşılması kolay hem de daha uzun ömürlüdür. Toplumsal uzlaşma ve ayrışma arasındaki makasın açıklığı, anayasanın içeriğini olumsuz etkiler. Henüz temel ilkelerde bile derin ayrışmaya sahip bir toplumda, siyasal uzlaşmanın sağlanması güçtür. Anayasaların kalbi temel hak ve özgürlüklerdir. Uluslararası insan hakları hukuku, temel hak ve özgürlükler bakımından minimum standartları belirler. Ancak ideal olan, bu standartların altına inmeden, en geniş güvenceleri sağlamaktır. Devletin temel organlarının yapılandırılmasında, hukuk gelenekleri kadar, karşılaştırmalı hukuk en önemli kaynaktır. Dolayısıyla, anayasanın içeriğinin belirlenmesinde, toplumsal uzlaşma ve hukuk gelenekleri devletin yapılandırılmasında önem taşırken; insan hakları hukuku, temel hak ve özgürlüklerin düzenlenmesinde belirleyicidir.
1982 Anayasası’nın yenilenme talepleri, 1983 genel seçimlerinden hemen sonra gündeme gelmiştir. Değişim talebinin bu kadar erken gündeme gelmesi, içerikten bağımsız olarak, yapım sürecine ilişkin “demokratik katılım” eksikliğindendir. Anayasaya konulan geçici bir madde ile, Darbe öncesi köklü siyasi partiler 10 yıllık siyaset yasağına konu edinmiştir. Dolayısıyla bu partiler Anayasa yapım sürecine katılamadığı gibi ilk genel seçimlere de katılamamıştır. 1987 yılında yapılan bir referandumla, 1982 Anayasası’nda ilk değişiklik, bu yasakların kaldırılması yönünde olmuştur. Siyaset yasağının kalkması ile sahneye inen partilerin ilk talebi “yeni anayasa” olmuştur. 1993 yılında siyasi partiler yeni anayasa önerilerini Meclise sunmuşlardır. Ancak, yeterli toplumsal destek mevcut olmadığından, partiler arası uzlaşma ile 1995 Anayasa değişiklikleri gerçekleştirilebilmiştir. 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği sürecinin hızlanması demokrasi yönünde talepleri güçlendirmiştir. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ile özgürlükler alanında ortaya çıkan değişim ihtiyacı 2001 Anayasa değişiklikleri ile yine kısmi bir çözümle sonuçlanmıştır. 2002 Genel Seçimlerinden sonra güçlü iktidarların ortaya çıkması 1982 Anayasasının kurduğu “vesayetçi rejimi” sallamaya başlamıştır. Bürokrasi ile seçilmişlerin iktidar mücadelesi, 2010 Anayasa değişiklikleri ile sonuçlanmıştır. Yargı bürokrasisinde yeniden yapılandırılmaya gidilirken, askeri bürokraside değişimin sinyali verilmiştir. Artık yeni anayasa, sürece ilişkin “sivil toplumun katılımına” işaret ederken, içeriğe dönük olarak da, “askeri vesayete” son verilmesi talepleriyle özdeşleşmiştir.
Gelinen noktada, Türkiye’de yeni bir anayasa yapım sürecine ilişkin güçlü ve zayıf yönler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu noktaların karşılaştırılması, yeni bir anayasaya ulaşılabilmesi yönünde bir muhasebe yapmamıza fırsat verebilir.
Anayasa Yapımında Güçlü Yönler
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, önemli tarihi olayların arifesinde, “model bir anayasa” yapma konusunda tarihi bir fırsat doğmuştur. Hemen yanı başımızda, Arap yarımadası ve Afrika kıtasında yaşanan rejim değişiklikleri, tarihi ve kültürel bağlar dolayısıyla, Türkiye’nin “model” alınmasını gündeme getirmiştir. Bu çekicilik yalnızca, tarihsel ve kültürel bağlarla sınırlı değil, sahip olunan devlet ve demokrasi tecrübesi ile de yakından ilgilidir. Türkiye 135 yıllık bir Anayasal geleneğe ve zaman zaman sekteye uğramış olmakla birlikte 65 yıllık bir demokrasi deneyimine sahiptir. Parlamenter sistemimiz ve birçok anayasal kuruluşumuz yüzyılı aşkın bir birikime ulaşmıştır. Uluslararası toplumla entegrasyonda, konumuna uygun Asya ve Avrupa arasında önemli bir köprü rolü üstlenmektedir. Bir yandan Batı örgütlenmesi içinde, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatına üye ve Avrupa Birliği’ne de aday tek Müslüman ülkedir. Diğer yandan İslam Teşkilatı Örgütünde aktif bir üye iken, Arap Birliği ve Afrika Birliği ile yakın ilişkiler içindedir. Türkiye’nin sahip olduğu bu konum ve içinde bulunulan tarihi süreç, “yeni bir anayasa” yapımında en güçlü yönlerden biridir.
Yeni anayasa yapımının güçlü yönlerinden biri de, ilk kez anayasa yapım sürecine ilişkin “sivil toplumun” katılımı ve arzusudur. İlk anayasa olan 1876 Kanun-u Esasiden bu yana yapılan 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları dahil, yapım sürecine ilişkin en önemli eksiklik, “siyasal katılım”dır. Bu Anayasaların hiç birinin yapım sürecine sivil toplum örgütlerinin katılımı söz konusu olmamıştır. Siyasi partilerin ve serbest seçimlerin olmadığı dönemde kabul edilen ilk üç Anayasayı bir tarafa bırakırsak, çok partili hayata geçildikten sonra darbelerin ardından yapılan son iki anayasanın yapım sürecinde de siyasi partiler aracılığı ile de tam bir katılım gerçekleşmemiştir. 1961 Anayasasının yapımında, Demokrat Parti dışlanırken, 1982 Anayasasının yapımında mevcut tüm partiler yasaklanmıştır. Oysa 1982 Anayasası’nın yenilenmesi yönünde taleplerin gündeme gelmesi ile, hem sivil toplum örgütleri hem de siyasi partiler aktif olarak bu sürece katılmaktadır. 1993 yılında dönemin siyasi partileri ve sivil toplum örgütleri yeni anayasa yapılması yönünde somut öneriler sunmuştur. Aynı şekilde 2000’li yıllardan sonra, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (2000), Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007), TÜSİAD (1993, 1997, 2011), DİSK (2011) gibi sivil toplum örgütleri yeni anayasa yapım sürecine aktif bir şekilde katılmaktadır. Sivil toplumun yeni anayasa yapılması yönünde var olan ve devam eden bu aktif katılımı, anayasa yapımında güçlü yönlerdendir.
Yeni Anayasa yapımının güçlü yönlerinde biri, “demokratikleşme” yönünde yaşananlardır. Türk demokrasisinin temel sorunu olan, seçilmişlerle atanmışlar arasında yaşanan iktidar mücadelesinde, “vesayetçi rejimin” kırılması ve “sivil iktidarın” gerçek anlamda muktedir olma yönünde önemli gelişmelerin yaşanması, yeni anayasa yapımını kolaylaştırıcı bir unsurdur. 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği sürecinin de desteği ile, sivil bürokrasinin “oligarşik tutumu” seçilmişlerin kontrolüne girerken, 2000’li yıllardan sonra güçlü bir toplumsal desteğe sahip siyasal iktidarlar, askeri bürokrasinin “vesayetçi tutumunu” değiştirmeye başlamıştır. Bu açıdan, askeri darbenin ürünü olan 1982 Anayasasının anti demokratik yapısının “sivilleşme” yönünde değişmesi için önemli bir fırsat doğmuştur.
Anayasa yapımında sivil toplumun desteği kadar, Anayasayı hazırlayacak olan mevcut Parlamento’da var olan “güçlü temsil” yapım süreci bakımından önemli bir noktadır. 2011 Genel Seçimleri sonrası, seçmenlerin yüzde doksenbeşe yakınının temsil ediliyor olması, Meclisin “kurucu iktidar” niteliğini güçlendirmektedir. Siyasi yelpazenin her kesiminden partinin Mecliste temsil imkanı bulması, yeni anayasa yapımında, farklı toplum kesimlerinin taleplerinin temsil edilmesine imkan sağlayacaktır. Oluşturulacak “partiler arası uzlaşma komisyonu”na Parlamento dışı partilerin de dahil edilmesi ile, “temsil kabiliyeti daha da güçlenecektir. Partilerarası uzlaşma ile hazırlanacak bir Anayasa metninde, değiştirilemez maddelerin değiştirilip değiştirilemeyeceği de gündeme gelmeyecektir. Anayasa Mahkemesinin kendiliğinden harekete geçme yetkisi bulunmadığından, Mecliste tam bir uzlaşma ile kabul edilen metin, halkın onayıyla, yeni anayasa olarak yürürlüğe girecektir.
1982 Anayasasında bu güne kadar yapılmış olan değişiklikler, “uzlaşma zemini” açısından önemli bir gelişmedir. 1982 Anayasası, 29 yıllık bir süre zarfında ilki 1987 yılında, sonuncusu 2010’de olmak üzere 17 kez değiştirilmiş bulunmaktadır. Anayasanın 177 maddesi içinde 83 maddede değişiklik yapılmıştır. Özellikle 1995 değişiklikleri ile “siyasal katılım” önündeki engeller kaldırılmış, 2001 değişiklikleri ile “özgürlükler rejimi” güçlendirilmiş ve 2010 değişiklikleri ile de “yargı reformu” gerçekleştirilmiştir. Anayasa’da hiç dokunulmayan maddelerin bir çoğu, uygulamada hiç sorun yaratmayan maddelerdir. Değişim ihtiyacı, daha çok “sivilleşme” yönünde odaklanmaktadır. Anayasanın yeniden yapılmasında, uzlaşılan konuların temel alınması, uygulamada sorun yaratmayan hükümlerin korunması, yeni anayasa yapımını kolaylaştıracaktır.
Anayasa Yapımında Zayıf Yönler
Yeni anayasa yapımında en sorunlu alan “kürt meselesi”dir. Sorunun bir parçası olan terör eylemleri, sağlıklı çözümlerin tartışılmasını zorlaştırmaktadır. Normal koşullarda kabul edilebilir görülen bazı talepler, terör eylemlerinin yol açtığı tırağma yüzünden, sağlıklı müzakere edilememektedir. Sorunun bir boyutu “millet” kavramı ve “üniterlik” kapsamında, Cumhuriyetin niteliklerini ilgilendirirken, bir diğer boyutunda “vatandaşlık”, “anadilde eğitim” ve “özerklik” konuları çerçevesinde temel hak ve özgürlükler alanını ilgilendirmektedir. Cumhuriyetin niteliklerinde, “şiddet söylemi ve eylemini” bir araç olarak kullanarak, dile getirilen talepler, geniş toplum kesimleri üzerinde, temel hak ve özgürlükler alanında makul görülebilecek taleplere de ön yargıyla yaklaşılmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla, önceliğin temel hak ve özgürlüklere verilerek varılacak bir uzlaşma zemini, diğer konularında sağlıklı ve özgürce tartışılmasına fırsat verecektir.
Anayasa yapımında bir diğer hassas konuda, laiklik ilkesi ve bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğünün çerçevesinin belirlenmesidir. Laiklik yönünde bu güne kadar yapılan yanlış uygulamalar, belirli bir toplum kesiminde laiklik ilkesine yönelik antipati doğurmuştur. Öte yandan laiklik ilkesini, çoğunluğu oluşturan toplum kesimleri karşısında kendi inançları bakımından bir güvence görenler, laiklik ilkesine sarılırken, Türkiye’de uygulanan “kendine özgü laiklik” anlayışına itiraz etmektedir. Bu çerçevede, din kültürü ve ahlak dersi ile din eğitiminin “zorunlu-seçmeli” olması yönünde tartışmalar sürmektedir. Önemli bir kesim, kendi çocuklarına kendi inançları doğrultusunda devlet okullarında din eğitimi sağlanmasını talep ederken, Aleviler, din kültüre ve ahlak derslerinin uygulamada zorunlu bir din dersine dönüştürülerek, çocuklarına belli bir dini öğretinin verilmesinden rahatsızlık duymaktadır. Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığının, çoğulcu yapıda olmaması ve tüm inanç kesimlerine hizmet verecek şekilde yapılandırılmaması bu yönde yapılan tartışmaların bir parçasını oluşturmaktadır.
Bir diğer önemli konuda, “Atatürk ilke ve inkılapları” çerçevesinde oluşturulan “resmi ideoloji ”den anayasanın arındırılmasıdır. Bu konu aynı zamanda, 1982 Anayasası ile oluşturulan “askeri vesayet” görüntüsünden kurtulmakla da yakından ilgilidir. Bu ilkeler ışığında kendilerini “Atatürkçü” ya da “Kemalist” olarak tanımlayanlar, 1982 Anayasasında yer alan bu ilkelerin “bekçileri” olarak kendilerini görmekte ve gerektiğinde bu ilkeler uğruna “demokrasiden” vazgeçmeyi göze alabilmektedir. Öte yandan “demokrasi” ile “resmi ideoloji” bağdaşmaz olarak görenler, devletin “tarafsızlık” ilkesi gereğince, Anayasada bu tür ilkelerin olamayacağını seslendirmektedir. Bu noktada Anayasanın başlangıcının yeniden yazılması kadar, Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan “Atatürk milliyetçiliği” ilkesinin değişmesi, tartışmaların odağını oluşturmaktadır.
Yeni Anayasa yapımında güçlü ve zayıf yönleri karşılaştırdığımızda, güçlü yönlerin daha fazla olduğu söylenebilir. Sürecin doğru yönetilebilmesi, zayıf noktaların aşılarak, yeni bir anayasaya ulaşmamızı sağlayabilir. Aksi halde, yeni anayasa yerine kısmı değişikliklerle, mevcut anayasanın varlığı sürdürülmek durumunda kalınır. Anayasa yapım sürecine, toplumda var olan “katılım” arzusu, siyasi partileri çok istekli görünmeseler de, sürecin içine dahil olmaya zorlamaktadır. Ancak, gönülsüz olarak yürütülecek bu süreçte, her an bir bahane ile “sürecin sabote” edilmesi kolay görünmektedir. Burada, partilerin samimiyeti açısından, sürece ilişkin farklı bir yöntem önerilebilir. Anayasa yapım sürecine ilişkin “partiler arası uzlaşma komisyonu” kurulduktan sonra, Komisyona dahil olan partilerden bir birinden bağımsız olarak, “bütünsel bir anayasa önerisi” hazırlanması istenebilir. Böylece, her parti samimi olarak nasıl bir anayasa istediğini somut olarak ortaya koymak durumunda olacaktır. Partilerce hazırlanan öneriler aynı tarihte kamu oyunun tartışmasına açılacaktır. Böylece kimin hangi konuda ne istediği, açıkça kamu oyu tarafından bilecektir. İlerleyen süreçte, partilerin ortaya koyduğu bu talepler üzerinden bir uzlaşma arayışı yürütülmesi, anayasa yapımına ilişkin daha açık ve samimi bir sürecin işletilmesine katkıda bulunacaktır.
Share this content:
Yorum gönder
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.